8 Mart 2012 Perşembe

Aristoteles

1956 Yapımı 'Alexander the Great' filminden Aristoteles, İskender ve bir heykel poposu.


Bir düzeltmeyle başlamalıyım: Sokrates ve Platon ile ilgili önceki yazının başına koyduğum resim aslında Sokrates ve Platon’u değil, Platon ve Aristoteles’i temsil ediyor. “Ne fark eder, zaten bu adamların tipini hatırlayan mı var?” diyebilirsiniz. Ama bu ayrıntıya dikkat çekmemin sebebi, Ninja Kaplumbağalar’dan hatırlayacağınız Raffaello tarafından yapılmış olan bu resimde ilginç bir sembolizm olması. Platon gökyüzünü işaret ederken öğrencisi Aristoteles’in yeryüzünü göstermesi aslında felsefelerindeki temel farklılığın bir özeti. Platon gerçekliğin dünya dışı idea’larda olduğuna inanırken Aristoteles ampirik bilgiye dayanıyor ve “elimizdeki malzeme bu, ne yapacaksak bununla yapacağız” diyor.

Bu ön bilginin ardından yine biraz tarihsel bilgi vermekte yarar var. Bahsettiğim gibi Platon’un öğrencisi olan Aristoteles, aynı zamanda Büyük İskender’in hocası. Zaten Makedonya’da üst sınıf ailelerden birinin çocuğu olarak dünyaya geliyor. Ama Makedonya’da onu ayrıcalıklı biri yapan bu özellikler, hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Atina’da Aristoteles’e hep bir şüpheyle bakılmasına, “acaba Makedon ajanı mı?” diye ondan kıllanılmasına sebep oluyor. Atina’yı da yutarak devasa bir imparatorluk haline dönüşecek olan Büyük İskender’in Makedonya’sına verdiği destek tabii ki bu şüphenin gerekçelerinden biri. Gerçi ilerleyen yıllarda İskender’le de ters düşüyorlar ama bu kadar dedikodu yeter. Fazla uzatmadan Aristoteles’in siyasi düşüncelerine geçelim.
 
Aristoteles, bir filozof olmanın da ötesinde “hazır bütün bilimler yeni yeni ortaya çıkmışken hepsine el atayım” diyerek fizik, coğrafya, zooloji, deniz biyolojisi gibi neredeyse her konuda yazmış bir insan. Ama bu doğa bilimlerine olan ilgisinin felsefesi üzerinde de büyük etkisi var. Meşhur Raffaello resmindeki yeryüzü vurgusu da bunun bir ifadesi. Öte yandan, hocası gibi fikrini Sokratik diyaloglar olarak değil, sistematik tezler biçiminde ifade ediyor. Bu açıdan metodolojik bir devrime de imza attığını söyleyebiliriz belki. Zaten yüzyıllar boyunca “filozof” denince Aristoteles’ten bahsedildiğinin anlaşılmasının nedeni de bu. İşte her konuda yazdığı bu eserlerinden ikisi Aristoteles’in siyaset felsefesinin temelini oluşturuyor: Etik ve Politika. Etik (oğlu Nikomakos tarafından düzenlendiği veya ona ithaf edildiği tahmin edildiğinden Nikomakos’a Etik olarak bilinir), bir nevi Politika’nın girişini oluşturuyor. Politika ise Aristoteles’in normal yazım tarzına aykırı biçimde biraz karışık bir yapıya sahip, ve ciltlerinin sıralaması konusunda bile tam bir konsensusa varılmış değil.
 
İçeriğe geçecek olursak, Etik’te Aristo (aniden samimi olduk) insanların yaptığı her şeyin nihai amacının mutluluğa ulaşmak olduğunu evrensel bir kural olarak öne sürerek işe başlıyor. Mutluluğun formülü ise çok açık: erdemli bir insan olmak. Etik kurallara uyma, neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar verebilme de Aristo’nun bahsettiği erdemlerden biri, yani ahlak erdemi. Malesef herkes bu ahlaki erdeme sahip olamıyor, çünkü Aristo’ya göre erdemli olmak demek aşırılıklardan uzaklaşıp ortayı bulmak demek, ve bu da oldukça zor. Örneğin cesaret, korkaklıkla aşırı saldırganlığın ortası. Yani bir erdem. Örneğin 10 hamburger yemek, 20 hamburger yemekle hiç hamburger yememenin ortası. Yani bir erdem (bu şakaydı). Etik’te üzerinde durulan başka bir kavram da adalet. Burada da Aristoteles’in ampirik yönü öne çıkıyor ve “neden adam öldürmemeliyiz”, “neden tecavüz etmemeliyiz” gibi sorulara fazla girmeden ‘altın kural’ı, yani “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” ilkesini devreye sokarak kanunların da bu temel üzerine inşa edilmesi gerektiğini savunuyor.

Aristoteles (Aristo demeye alışamadım) Etik’ten Politika’ya, yani bireysel mutluluktan kollektif mutluluğa geçişi böyle yapıyor. Madem mutlu olmak için erdemli bir insan olmalıyız, dahil olduğumuz siyasi örgütlenmenin de temel amacı bu olmalı. Peki bu siyasi örgütlenmeden kastedilen ne? Aristoteles’e göre bu polis, yani şehir devleti. Aristoteles polis’e ulaşmak için teleolojik bir sıralama izliyor: Birey, önce soyunu devam ettirmek amacıyla ‘aile’ olarak örgütleniyor, daha sonra birkaç aile diğer ihtiyaçları gidermek için bir köy kuruyor, ve nihayet köylerin de birleşmesinden, insanın erdemli bir insan haline geleceği, eğitileceği ve dış tehditlerden korunacağı polis meydana geliyor. Bu örgütlenme tarzı, aynı zamanda insanın doğasında var. Çünkü Aristoteles’in bu bloga da kısmen adını veren meşhur sözüne göre “insan, doğası gereği toplumsal ve siyasi bir hayvandır” (Zoon Politikon). Aristoteles’in bu sözü aynı zamanda tersten de okunabilir: eğer toplumsal bir örgütlenmeye, yani polis’e sahip değilsen, insan değilsin. Misal, yaşamlarını bu tarz bir örgütlenmeyle düzenlemeyen ‘barbarlar’, Aristoteles’in insan tanımına girmiyor. Tam da bu yüzden İskender’in ordularıyla bilinen dünyayı dümdüz etmesi gayet legal. Aristoteles’e göre ‘gayet legal’ olan başka bir şey de kölelik. Her ne kadar bazı insanların bir takım talihsizlikler sonucu hak etmedikleri halde köle olduklarını kabul etse de, kölelik kurumuna karşı direkt bir tavır almıyor. Daha ziyade kölelerin ‘çok da hırpalanmadan’ kullanılması gerektiğini aile reisliği erdeminin bir parçası olarak öğütlüyor. Çünkü bazı insanlar doğası gereği köle olmaya daha elverişli, ve bu tür insanları özgür bırakırsak kesin daha mutsuz olurlar. Her şey kendi iyilikleri için.
 
Aile seviyesinden tekrar devlet seviyesine dönecek olursak, Aristoteles’in hem akademik azmini, hem de ampirik yöntemini muhtemelen en güzel şekilde gösteren çalışması, yaşadığı dönem mevcut devletlerin anayasalarını toplayıp (tam 158 tane anayasa) bir karşılaştırma yaparak yönetim şekillerini kategorilere ayırması olabilir (tabii kendinden sonraki profesörlere örnek olacak biçimde işin çoğunu öğrencilerine yaptırmış, o ayrı). Bu karşılaştırma sonucu Aristoteles üçü ‘iyi’, diğer üçü de bunların bozulmuş ve yozlaşmış versiyonları olmak üzere temelde altı yönetim biçimi olduğunu öne sürüyor. Bunlar en güzel tablo halinde gösteriliyor, tecrübeyle sabit:

İyi Rejimler
Bozulmuş Halleri
Tek kişinin yönetimi
Monarşi
Tiranlık
Azınlığın yönetimi
Aristokrasi
Oligarşi
Çoğunluğun yönetimi
Politeia
Demokrasi

 
Sürpriz, Aristoteles de demokrasi düşmanı çıktı. Ama üzülmeyin, çünkü burada demokrasiden kastedilen aslında çoğunluğun azınlığı tahakküm altına alması. Aristoteles’in kendi ideal devleti olan politeia da bir çoğunluk yönetimi en nihayetinde. Bu politeia’nın nasıl bir devlet olması gerektiğini tabii ki daha fazla irdeliyor Aristoteles. Örneğin şehrin boyutu ne çok büyük, ne çok küçük olmalı (erdemli?). Şehrin ihtiyaçlarını giderecek kadar büyük, ama karşıki tepeden baktığınızda hepsini görebileceğiniz kadar da küçük olmalı. Eğer politeia’da özgür bir vatandaş iseniz, yani köle değilseniz, Yunansanız ve tabii ki erkekseniz gençken askerlik yapmalı, orta yaşlarınızda siyasetle uğraşmalı, ilerleyen yaşlarda da hidayete erip kendinizi dine vermelisiniz. Böylelikle yaşınızın verdiği özellikleri en iyi şekilde kullanmış olursunuz. Ama hatırlayalım, tüm bu işleri yapabilmek için o işin erdemine sahip olmak gerektiğinden politeia ancak bir idealden ibaret kalıyor. Aristoteles’e göre gerçek hayatta ulaşabileceğimizin en iyisi yine aristokrasi, yani en iyilerin yönetimi. Her halükarda insan, “siyasi bir hayvan” olarak polis’i oluşturan parçalardan yalnızca biri, ve üzerine düşen görev ne ise onu yapmalı.
 
Yine özetin özeti bir yazıyla Aristoteles’in siyasi düşüncesinin önemli bulduğum unsurlarını yazmaya çalıştım. Daha fazlasını istiyorsanız, tabii ki Etik ve Politika'nın tam metinleri internetlerde (en azından İngilizce olarak) mevcut. Günümüz siyasi düşüncesi ve felsefesine bakacak olursak, Aristoteles’in halen ne kadar popüler olduğu ve halen ne kadar çok düşünürü etkiliyor oluşu inanılmaz. Üstelik bu düşünürler Michael Sandel’dan Alasdair MacIntyre’a, Ayn Rand’dan John Rawls’a uzanan çeşitlilik skalasında olunca insan “Allahaşkına, aynı adamı nasıl bu kadar farklı yorumlayabiliyorsunuz” diye sormadan edemiyor. Ben şahsen işin içinden çıkamadım, sizin niyetiniz varsa kolay gelsin.

23 Şubat 2012 Perşembe

Sokrates ve Platon




İnsanlık yaklaşık bir milyon yıl, bizim anladığımıza benzer tipte sosyal örgütlenme de birkaç on bin yıllık geçmişe sahip olsa da, bu sosyal örgütlenme ve ilgili kavramlar hakkında üretilen ilk kapsamlı düşünceler en fazla birkaç bin yıllık. Tabii bu, bugün elimizde kalan eserler için geçerli. Bir disiplin olarak siyasi teorisinin tutarlılığı açısından da geriye dönüp baktığımızda makul bir başlangıç yapabilmek için ilk önce Antik Yunan’a, yaklaşık 2500 yıl öncesine bakmak gerekiyor. Oraya bakınca da göze çarpan koskoca bir isim var: Sokrates. Her ne kadar Sokrates kendinden önceki döneme ‘Sokrates öncesi dönem’ dedirtecek kadar devrimsel bir filozof da olsa, Sokrates ve Platon’u birlikte ele almamın haklı sebepleri var. Bunlardan birincisi, Sokrates’in geride hiçbir yazılı eser bırakmamış olması. Kendisi yazmaktan çok konuşmayı ve konuşturmayı seven bir kişiliğe sahip. Yazılı eser bırakmadığı için de kendisi hakkında bildiklerimizin çoğunu öğrencisi Platon’un yazdıklarından öğreniyoruz. Platon, yazdığı diyaloglarda Sokrates’i bir karakter olarak kullanıyor ve kendi demek istediklerini Sokrates’in ağzından söylüyor. Bunu yapış şekli de, Sokrates’in alamet-i farikası elenchus, ya da Sokratik yöntem. Daha da açmak gerekirse, Sokrates’in seçtiği zavallı bir kurbanı soru-cevap yöntemiyle alt etmesi ve o kişiye haksızlığını kabul ettirerek kendini haklı çıkarması denilebilir. Tabii bunu sadece ego tatmini için yapmıyor Sokrates. Bu diyalektik soru-cevap yöntemiyle karşısındakinin aslında çok basit olan ama daha önce kavrayamadığı bir gerçeği kavramasını, ve aydınlanmasını sağlıyor. Rivayete göre, Sokrates bir keresinde bu yöntemi kullanarak hiçbir eğitimi olmayan bir köle çocuğun Pisagor teoremini kendi kendine kavramasını sağlamış. Elenchus aynı zamanda Sokrates’i zamanın Atina’sında biraz sinir bozucu bir adam yapan özelliklerden biri. Çünkü kendisi Atina’nın meydanında işinde gücünde olan, ekmeğinin peşinde koşuşturan vatandaşları rastgele çevirip soru yağmuruna tutarmış. Atinalılar bir süre bu gerçekle yaşamaya alışmışlar, ancak görünen o ki MÖ 399 yılında canlarına tak etmiş ve Sokrates’i idama mahkum etmişler.

Bu noktada ‘dönemin koşulları’ndan biraz bahsetmek gerekiyor. Sokrates’in yaşadığı döneme damgasını vuran olay Atina ve Sparta arasında neredeyse 30 yıl süren Peloponez Savaşı. Atina ile Sparta arasındaki temel anlaşmazlık bir güç çekişmesiydi, ancak onları ayıran ikinci bir özellik de yönetim biçimleriydi: Atina’da demokrasi varken Sparta oligarşiyle yönetiliyordu. Tabii tahmin edebileceğiniz gibi Atina demokrasisi bugün anladığımız demokrasiden biraz farklıydı. Toplumdaki üretimin çoğunu yapan kölelerin vatandaşlık hakkı yoktu, dolayısıyla demokrasinin bir parçası değillerdi. Vatandaş olanlar ise forumda toplanarak önce çeşitli konuşmacıların ve göstericilerin artistik ikna çabalarını izliyor, daha sonra ilgili konuda oylama yapıyorlardı. Bahsettiğim uzun savaşın sonunda Sparta tarafı galip geldi ve Atinalılar teslim olmak zorunda kaldı. Bunun üzerine demokrasi yıkılsa da birkaç yıl sonra yeniden kuruldu ve yaptığı ilk icraatlardan biri sapkın düşünceleri ve gençlere kötü örnek olduğu gerekçesiyle 71 yaşındaki Sokrates’i idam etmek oldu.
 
Platon’un, hem savaşta ağır bir yenilgi alan, hem de öğrencisi ve en büyük hayranı olduğu Sokrates’i öldüren demokrasiye düşman olması pek de şaşırtıcı değil. Ama ‘demokrasi düşmanı’ ifadesinin günümüzde bıraktığı kötü intibayı bir süre görmezden gelelim, çünkü Platon’un fikirleri ilginç, öyle ki, İngiliz düşünür Alfred North Whitehead’e göre bütün Avrupa felsefesi Platon’a koyulan dipnotlardan ibaret.
 
Platon’un siyaset teorisinin temel kaynağı, yazdığı Devlet kitabı. Bu kitapta da baş kahraman Sokrates, ve tahmin edilebileceği üzere diğer kahramanları birer birer ne kadar haklı olduğuna, yani ‘ideal düzen’in kendi öne sürdüğü düzen olduğuna ikna ediyor. Platon’un topluma bakış açısı materyalist, yani toplumu bir arada tutan şey basitçe maddi ihtiyaçlar ve bunları gerçekleştirmek için oluşan iş bölümü. Öte yandan epistemolojik olarak, yani bilgiye nasıl ulaşılacağı konusunda da idealist. Bu idealizmini ise meşhur ‘mağara alegorisi’yle açıklıyor. Bu alegoriye göre, bir ruh hastası sizi ve arkadaşlarınızı bir mağarada zincirle bağlamış, ve hayatınız boyunca tek gördüğünüz şey mağara duvarı. Arkanızda ise bir ateş yanıyor, ve bahsettiğim manyak bu ateşin önünden geçerek, ya da çeşitli cisimleri geçirerek duvara gölgelerinin yansımasına sebep oluyor. Dolayısıyla gerçeklik hakkındaki tek bildiğiniz şey bu gölgelerden ibaret. İşte tam bu noktada, Platon kameraya dönüp diyor ki, filozof, bu mağaradan bir şekilde kurtulmuş, dışarı çıkmış, gözleri ilk başta kamaşsa da bir süre sonra ‘asıl’ gerçekliğin farkına varmış olan kişidir. Yani brokoli gölgesini değil, gerçek brokoliyi görüyor ve gerçek bilgiye ulaşıyor. Ama maalesef herkes bu potansiyele sahip değil Platon’a göre. Bu yüzden de devleti yönetenler de bu seçilmiş kişiler, yani filozoflar olmalı (mağara alegorisini çok daha eğlenceli biçimde anlatan Philosophy Bro’ya bir göz atmanızı öneririm).
 
Platon’un toplumdaki iş bölümünden çıkardığı şey, herkesin bir becerisi olduğu. Örneğin ayakkabı imalatçısı bir ayakkabının nasıl yapılacağı konusunda sadece bilgiye sahip değil, aynı zamanda bu bilgiyi uygulamaya koyarak ayakkabı yapıyor. Aynı şekilde filozofların becerisi de adalet kavramının gerçeğine ulaşmak ve bunu uygulamaya koymak. Platon için adil bir toplum ise kendi içinde uyum ve ahenge sahip olan bir toplum. İşte bu ideal toplumu yaratmak için de Platon sınıflara ayrılmış ve her sınıfın insan ruhunun üç özelliğinden birine göre belirlendiği bir sistem öne sürüyor. İnsan ruhunun bu üç özelliği ise akıl, tutku ve iştah. Tahmin edeceğiniz gibi ruhunun akıl tarafı baskın çıkanlar filozof olma, bilgiye ulaşma eğilimine sahipler ve bu yüzden de yönetici sınıfı oluşturmalılar. Tutku ise onur, şeref gibi kavramlarla tatmin oluyor, dolayısıyla eğilimi bu yönde olanlar da ideal şehrimizi koruyacak olan fedakar askerler olarak eğitilmeli. Ve nihayet insanoğlunun basit iştahlarına yenilenler de sıradan insanları, yani üretici sınıfı teşkil edecek. Platon’a göre bu düzeni kurmak ve devamlılığını sağlamak için eğitim şart. Küçük yaştan belirlenen özelliklerine göre insanlar sınıflarına ayrılacak ve iyi birer filozof, asker ya da işçi olmak için eğitilecekler (evet, Platon’un sisteminde aile de yok, çocuklar filozoflar tarafından ortaklaşa yetiştiriliyor). İlk bakışta bu sistemde kaymak tabakayı filozofların oluşturduğu sanılabilir, sonuçta yönetim yetkisi sadece onlara ait. Ama Platon filozofların pek de rahat bir hayat sürmemeleri için elinden geleni yapmış. Örneğin mülk sahibi olamıyorlar, ve mümkün olduğunca basit birer hayat sürdürmek zorundalar. Öte yandan ‘alt tabaka’ gibi görünen işçi sınıfı ise hayatın zevklerinden hiç mahrum kalmıyor. Nasıl olsa onlar yerine yönetim ve savunma işlerini üstlenmiş kişiler var. Peki bu düzenin devamlılığı nasıl sağlanacak, mesela askerleri darbe yapmaktan alıkoyan ne olacak? Platon bunun için insanlara masum bir yalan söylememiz gerektiğinden bahsediyor. Bu yalana göre hepimiz aynı anadan doğmuşuz ve bu ana da bir şekilde altın, gümüş ve bronz çocuklar dünyaya getirmiş. Doğamızda hangi metalin baskın olduğuna göre ait olduğumuz sınıf da belirleniyor, yapacak bir şey yok. Hatta bu masala görevleri gerçeğe ve iyiye ulaşmak olan filozofların da inanması gerekiyor. Çünkü mevzubahis herkesin ortak çıkarıysa, gerisi teferruat.
 
Platon bu ideal devletin reçetesini yazmakla kalmayıp, bu ideal durumdan daha kötü sistemlere düşüş yaşanabileceğinin uyarısını da yapıyor. İdeal devletine aristokratik (en iyilerin yönetimi) adını verirken, daha nahoş yönetim biçimlerine iyiden kötüye gidiş sırasıyla timokrasi, oligarşi, demokrasi ve tiranlık adlarını uygun görüyor. Timokrasi denilen kavramın kökü de şeref anlamına gelen time kelimesi. Yani bir bakıma ‘şereflilerin yönetimi’. Şeref kavramı da Antik Yunan’da tahmin edilebileceğiniz gibi askerlikle ilişkilendirildiğinden timokrasiye darbe kurbanı olmuş bir aristokrasi demek çok yanlış olmaz. Bu darbe düzeni ise zamanla kendini daha basit isteklerin, zenginliğin, malın mülkün baskın çıktığı oligarşiye bırakıyor. Zenginliğin sefasını sürerken idareyi unutan oligarkları halk devirince de maalesef demokrasiye geçiliyor. ‘Maalesef’, çünkü yukarıda da biraz bahsettiğim gibi Platon için demokrasi pek de hoş bir şey değil. Nedeni ise basit: nerede çokluk, orada bokluk. TDK bu deyimi gayet güzel açıklamış: “birlikte iş yapmak üzere toplanan kişiler çok olursa her kafadan bir ses çıkar, anlaşmazlıklar belirir, iş yapmak güçleşir.” İş yapmak güçleşince en nihayetinde demokrasi de devriliyor ve tiranlık düzenine geçiliyor. İşte Platon’un aristokrasisinde yaşıyorsak başımıza bu felaketlerin gelmemesi için sınıfının görevlerini yerine getiren iyi bir vatandaş olmaya gayret göstermeliyiz. Yine bir Platon alegorisini dikkate alarak devleti bir insan vücudu gibi düşünürsek baş, kalp veya karın olabiliriz. Ancak karın iken baş gibi düşünmeye çalışmak hüsrana yol açacaktır.
 
Sokrates ve Platon hakkında şimdilik bu kadar. Muhtemelen birçok şeyi atladım. Sokrates’e de yeterince yer ayırmadığımın farkındayım. Ama herhalde genel fikri aşağı yukarı verebilmişimdir. Platon’un fikirlerinin bugün aynen uygulanabilmesi tabii ki imkansız. Ama şüphesiz halen zihin açıcı özelliğini koruyor. Bir yandan Karl Popper gibi düşünürlerin onun demokrasi düşmanlığına odaklanıp Platon’u neredeyse Sovyet yanlısı ilan etmelerine rağmen (gerçi 1950’lerin ABD’sinde yaşasaydı muhtemelen Komünizm yanlısı olmaktan tutuklanırdı) demokrasi kavramının bugün ne ifade ettiği ve teorisinin hangi yönlerden geliştirilmesi gerektiği konusunda ‘şeytanın avukatı’ olarak Platon’dan hala çok şey öğrenilebileceğine inanıyorum.

Teşekkürler:
  • J. S. McClelland, A History of Western Political Thought
  • Martin Cohen, Political Philosophy: From Plato to Mao
  • David Boucher & Paul Kelly, Political Thinkers: From Socrates to the Present
  • Philosophy Bro
  • Türk Dil Kurumu    

Kısa Bir Giriş

Burada siyaset felsefesi / teorisi üzerine yazmaya karar verdim. Bunun temel nedeni aslında basit: gerçek hayatta (öğrenci olarak) yaptığım ve ilgi duyduğum şey bu. Ama şimdiden söyleyeyim, çok şey beklemeyin. Zira henüz ne akademisyenlik ne de ders verme tecrübem var. Yine de bakarsın birinin işine yarar ya da hoşuna gider diye, daha çok da "kendime notlar" olarak bulunsun, ileride kendimle dalga geçerim diye böyle bir işe kalkıştım.
Yapmayı planladığım şeyi daha ayrıntılı anlatmak gerekirse, amacım bir nevi siyasi düşünce tarihi dersi gibi, Antik Yunan'dan başlayıp günümüze kadar belli başlı düşünürlerin siyasi düşünceye katkılarını özet geçmek. Bunu hangi derinlikte yapacağımı ben de şu an pek bilmiyorum. Ama konu ile ilgili hiçbir şey bilmeyen birisinin takip edebileceği seviyede tutmaya çalışacağım. Zaten bahsettiğim gibi, ötesi muhtemelen beni de aşar. Sokrates'in 2500 yıllık "bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir" geyiğine bağlamadan kısa kessem iyi olacak. Onu zaten bir sonraki yazıda Sokrates'in kendisi yapacak. Hele bir başlayalım, belki sonunda hayatın anlamını falan buluruz.