23 Şubat 2012 Perşembe

Sokrates ve Platon




İnsanlık yaklaşık bir milyon yıl, bizim anladığımıza benzer tipte sosyal örgütlenme de birkaç on bin yıllık geçmişe sahip olsa da, bu sosyal örgütlenme ve ilgili kavramlar hakkında üretilen ilk kapsamlı düşünceler en fazla birkaç bin yıllık. Tabii bu, bugün elimizde kalan eserler için geçerli. Bir disiplin olarak siyasi teorisinin tutarlılığı açısından da geriye dönüp baktığımızda makul bir başlangıç yapabilmek için ilk önce Antik Yunan’a, yaklaşık 2500 yıl öncesine bakmak gerekiyor. Oraya bakınca da göze çarpan koskoca bir isim var: Sokrates. Her ne kadar Sokrates kendinden önceki döneme ‘Sokrates öncesi dönem’ dedirtecek kadar devrimsel bir filozof da olsa, Sokrates ve Platon’u birlikte ele almamın haklı sebepleri var. Bunlardan birincisi, Sokrates’in geride hiçbir yazılı eser bırakmamış olması. Kendisi yazmaktan çok konuşmayı ve konuşturmayı seven bir kişiliğe sahip. Yazılı eser bırakmadığı için de kendisi hakkında bildiklerimizin çoğunu öğrencisi Platon’un yazdıklarından öğreniyoruz. Platon, yazdığı diyaloglarda Sokrates’i bir karakter olarak kullanıyor ve kendi demek istediklerini Sokrates’in ağzından söylüyor. Bunu yapış şekli de, Sokrates’in alamet-i farikası elenchus, ya da Sokratik yöntem. Daha da açmak gerekirse, Sokrates’in seçtiği zavallı bir kurbanı soru-cevap yöntemiyle alt etmesi ve o kişiye haksızlığını kabul ettirerek kendini haklı çıkarması denilebilir. Tabii bunu sadece ego tatmini için yapmıyor Sokrates. Bu diyalektik soru-cevap yöntemiyle karşısındakinin aslında çok basit olan ama daha önce kavrayamadığı bir gerçeği kavramasını, ve aydınlanmasını sağlıyor. Rivayete göre, Sokrates bir keresinde bu yöntemi kullanarak hiçbir eğitimi olmayan bir köle çocuğun Pisagor teoremini kendi kendine kavramasını sağlamış. Elenchus aynı zamanda Sokrates’i zamanın Atina’sında biraz sinir bozucu bir adam yapan özelliklerden biri. Çünkü kendisi Atina’nın meydanında işinde gücünde olan, ekmeğinin peşinde koşuşturan vatandaşları rastgele çevirip soru yağmuruna tutarmış. Atinalılar bir süre bu gerçekle yaşamaya alışmışlar, ancak görünen o ki MÖ 399 yılında canlarına tak etmiş ve Sokrates’i idama mahkum etmişler.

Bu noktada ‘dönemin koşulları’ndan biraz bahsetmek gerekiyor. Sokrates’in yaşadığı döneme damgasını vuran olay Atina ve Sparta arasında neredeyse 30 yıl süren Peloponez Savaşı. Atina ile Sparta arasındaki temel anlaşmazlık bir güç çekişmesiydi, ancak onları ayıran ikinci bir özellik de yönetim biçimleriydi: Atina’da demokrasi varken Sparta oligarşiyle yönetiliyordu. Tabii tahmin edebileceğiniz gibi Atina demokrasisi bugün anladığımız demokrasiden biraz farklıydı. Toplumdaki üretimin çoğunu yapan kölelerin vatandaşlık hakkı yoktu, dolayısıyla demokrasinin bir parçası değillerdi. Vatandaş olanlar ise forumda toplanarak önce çeşitli konuşmacıların ve göstericilerin artistik ikna çabalarını izliyor, daha sonra ilgili konuda oylama yapıyorlardı. Bahsettiğim uzun savaşın sonunda Sparta tarafı galip geldi ve Atinalılar teslim olmak zorunda kaldı. Bunun üzerine demokrasi yıkılsa da birkaç yıl sonra yeniden kuruldu ve yaptığı ilk icraatlardan biri sapkın düşünceleri ve gençlere kötü örnek olduğu gerekçesiyle 71 yaşındaki Sokrates’i idam etmek oldu.
 
Platon’un, hem savaşta ağır bir yenilgi alan, hem de öğrencisi ve en büyük hayranı olduğu Sokrates’i öldüren demokrasiye düşman olması pek de şaşırtıcı değil. Ama ‘demokrasi düşmanı’ ifadesinin günümüzde bıraktığı kötü intibayı bir süre görmezden gelelim, çünkü Platon’un fikirleri ilginç, öyle ki, İngiliz düşünür Alfred North Whitehead’e göre bütün Avrupa felsefesi Platon’a koyulan dipnotlardan ibaret.
 
Platon’un siyaset teorisinin temel kaynağı, yazdığı Devlet kitabı. Bu kitapta da baş kahraman Sokrates, ve tahmin edilebileceği üzere diğer kahramanları birer birer ne kadar haklı olduğuna, yani ‘ideal düzen’in kendi öne sürdüğü düzen olduğuna ikna ediyor. Platon’un topluma bakış açısı materyalist, yani toplumu bir arada tutan şey basitçe maddi ihtiyaçlar ve bunları gerçekleştirmek için oluşan iş bölümü. Öte yandan epistemolojik olarak, yani bilgiye nasıl ulaşılacağı konusunda da idealist. Bu idealizmini ise meşhur ‘mağara alegorisi’yle açıklıyor. Bu alegoriye göre, bir ruh hastası sizi ve arkadaşlarınızı bir mağarada zincirle bağlamış, ve hayatınız boyunca tek gördüğünüz şey mağara duvarı. Arkanızda ise bir ateş yanıyor, ve bahsettiğim manyak bu ateşin önünden geçerek, ya da çeşitli cisimleri geçirerek duvara gölgelerinin yansımasına sebep oluyor. Dolayısıyla gerçeklik hakkındaki tek bildiğiniz şey bu gölgelerden ibaret. İşte tam bu noktada, Platon kameraya dönüp diyor ki, filozof, bu mağaradan bir şekilde kurtulmuş, dışarı çıkmış, gözleri ilk başta kamaşsa da bir süre sonra ‘asıl’ gerçekliğin farkına varmış olan kişidir. Yani brokoli gölgesini değil, gerçek brokoliyi görüyor ve gerçek bilgiye ulaşıyor. Ama maalesef herkes bu potansiyele sahip değil Platon’a göre. Bu yüzden de devleti yönetenler de bu seçilmiş kişiler, yani filozoflar olmalı (mağara alegorisini çok daha eğlenceli biçimde anlatan Philosophy Bro’ya bir göz atmanızı öneririm).
 
Platon’un toplumdaki iş bölümünden çıkardığı şey, herkesin bir becerisi olduğu. Örneğin ayakkabı imalatçısı bir ayakkabının nasıl yapılacağı konusunda sadece bilgiye sahip değil, aynı zamanda bu bilgiyi uygulamaya koyarak ayakkabı yapıyor. Aynı şekilde filozofların becerisi de adalet kavramının gerçeğine ulaşmak ve bunu uygulamaya koymak. Platon için adil bir toplum ise kendi içinde uyum ve ahenge sahip olan bir toplum. İşte bu ideal toplumu yaratmak için de Platon sınıflara ayrılmış ve her sınıfın insan ruhunun üç özelliğinden birine göre belirlendiği bir sistem öne sürüyor. İnsan ruhunun bu üç özelliği ise akıl, tutku ve iştah. Tahmin edeceğiniz gibi ruhunun akıl tarafı baskın çıkanlar filozof olma, bilgiye ulaşma eğilimine sahipler ve bu yüzden de yönetici sınıfı oluşturmalılar. Tutku ise onur, şeref gibi kavramlarla tatmin oluyor, dolayısıyla eğilimi bu yönde olanlar da ideal şehrimizi koruyacak olan fedakar askerler olarak eğitilmeli. Ve nihayet insanoğlunun basit iştahlarına yenilenler de sıradan insanları, yani üretici sınıfı teşkil edecek. Platon’a göre bu düzeni kurmak ve devamlılığını sağlamak için eğitim şart. Küçük yaştan belirlenen özelliklerine göre insanlar sınıflarına ayrılacak ve iyi birer filozof, asker ya da işçi olmak için eğitilecekler (evet, Platon’un sisteminde aile de yok, çocuklar filozoflar tarafından ortaklaşa yetiştiriliyor). İlk bakışta bu sistemde kaymak tabakayı filozofların oluşturduğu sanılabilir, sonuçta yönetim yetkisi sadece onlara ait. Ama Platon filozofların pek de rahat bir hayat sürmemeleri için elinden geleni yapmış. Örneğin mülk sahibi olamıyorlar, ve mümkün olduğunca basit birer hayat sürdürmek zorundalar. Öte yandan ‘alt tabaka’ gibi görünen işçi sınıfı ise hayatın zevklerinden hiç mahrum kalmıyor. Nasıl olsa onlar yerine yönetim ve savunma işlerini üstlenmiş kişiler var. Peki bu düzenin devamlılığı nasıl sağlanacak, mesela askerleri darbe yapmaktan alıkoyan ne olacak? Platon bunun için insanlara masum bir yalan söylememiz gerektiğinden bahsediyor. Bu yalana göre hepimiz aynı anadan doğmuşuz ve bu ana da bir şekilde altın, gümüş ve bronz çocuklar dünyaya getirmiş. Doğamızda hangi metalin baskın olduğuna göre ait olduğumuz sınıf da belirleniyor, yapacak bir şey yok. Hatta bu masala görevleri gerçeğe ve iyiye ulaşmak olan filozofların da inanması gerekiyor. Çünkü mevzubahis herkesin ortak çıkarıysa, gerisi teferruat.
 
Platon bu ideal devletin reçetesini yazmakla kalmayıp, bu ideal durumdan daha kötü sistemlere düşüş yaşanabileceğinin uyarısını da yapıyor. İdeal devletine aristokratik (en iyilerin yönetimi) adını verirken, daha nahoş yönetim biçimlerine iyiden kötüye gidiş sırasıyla timokrasi, oligarşi, demokrasi ve tiranlık adlarını uygun görüyor. Timokrasi denilen kavramın kökü de şeref anlamına gelen time kelimesi. Yani bir bakıma ‘şereflilerin yönetimi’. Şeref kavramı da Antik Yunan’da tahmin edilebileceğiniz gibi askerlikle ilişkilendirildiğinden timokrasiye darbe kurbanı olmuş bir aristokrasi demek çok yanlış olmaz. Bu darbe düzeni ise zamanla kendini daha basit isteklerin, zenginliğin, malın mülkün baskın çıktığı oligarşiye bırakıyor. Zenginliğin sefasını sürerken idareyi unutan oligarkları halk devirince de maalesef demokrasiye geçiliyor. ‘Maalesef’, çünkü yukarıda da biraz bahsettiğim gibi Platon için demokrasi pek de hoş bir şey değil. Nedeni ise basit: nerede çokluk, orada bokluk. TDK bu deyimi gayet güzel açıklamış: “birlikte iş yapmak üzere toplanan kişiler çok olursa her kafadan bir ses çıkar, anlaşmazlıklar belirir, iş yapmak güçleşir.” İş yapmak güçleşince en nihayetinde demokrasi de devriliyor ve tiranlık düzenine geçiliyor. İşte Platon’un aristokrasisinde yaşıyorsak başımıza bu felaketlerin gelmemesi için sınıfının görevlerini yerine getiren iyi bir vatandaş olmaya gayret göstermeliyiz. Yine bir Platon alegorisini dikkate alarak devleti bir insan vücudu gibi düşünürsek baş, kalp veya karın olabiliriz. Ancak karın iken baş gibi düşünmeye çalışmak hüsrana yol açacaktır.
 
Sokrates ve Platon hakkında şimdilik bu kadar. Muhtemelen birçok şeyi atladım. Sokrates’e de yeterince yer ayırmadığımın farkındayım. Ama herhalde genel fikri aşağı yukarı verebilmişimdir. Platon’un fikirlerinin bugün aynen uygulanabilmesi tabii ki imkansız. Ama şüphesiz halen zihin açıcı özelliğini koruyor. Bir yandan Karl Popper gibi düşünürlerin onun demokrasi düşmanlığına odaklanıp Platon’u neredeyse Sovyet yanlısı ilan etmelerine rağmen (gerçi 1950’lerin ABD’sinde yaşasaydı muhtemelen Komünizm yanlısı olmaktan tutuklanırdı) demokrasi kavramının bugün ne ifade ettiği ve teorisinin hangi yönlerden geliştirilmesi gerektiği konusunda ‘şeytanın avukatı’ olarak Platon’dan hala çok şey öğrenilebileceğine inanıyorum.

Teşekkürler:
  • J. S. McClelland, A History of Western Political Thought
  • Martin Cohen, Political Philosophy: From Plato to Mao
  • David Boucher & Paul Kelly, Political Thinkers: From Socrates to the Present
  • Philosophy Bro
  • Türk Dil Kurumu    

Kısa Bir Giriş

Burada siyaset felsefesi / teorisi üzerine yazmaya karar verdim. Bunun temel nedeni aslında basit: gerçek hayatta (öğrenci olarak) yaptığım ve ilgi duyduğum şey bu. Ama şimdiden söyleyeyim, çok şey beklemeyin. Zira henüz ne akademisyenlik ne de ders verme tecrübem var. Yine de bakarsın birinin işine yarar ya da hoşuna gider diye, daha çok da "kendime notlar" olarak bulunsun, ileride kendimle dalga geçerim diye böyle bir işe kalkıştım.
Yapmayı planladığım şeyi daha ayrıntılı anlatmak gerekirse, amacım bir nevi siyasi düşünce tarihi dersi gibi, Antik Yunan'dan başlayıp günümüze kadar belli başlı düşünürlerin siyasi düşünceye katkılarını özet geçmek. Bunu hangi derinlikte yapacağımı ben de şu an pek bilmiyorum. Ama konu ile ilgili hiçbir şey bilmeyen birisinin takip edebileceği seviyede tutmaya çalışacağım. Zaten bahsettiğim gibi, ötesi muhtemelen beni de aşar. Sokrates'in 2500 yıllık "bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir" geyiğine bağlamadan kısa kessem iyi olacak. Onu zaten bir sonraki yazıda Sokrates'in kendisi yapacak. Hele bir başlayalım, belki sonunda hayatın anlamını falan buluruz.