İnsanlık yaklaşık bir milyon yıl, bizim
anladığımıza benzer tipte sosyal örgütlenme de birkaç on bin yıllık geçmişe
sahip olsa da, bu sosyal örgütlenme ve ilgili kavramlar hakkında üretilen ilk
kapsamlı düşünceler en fazla birkaç bin yıllık. Tabii bu, bugün elimizde kalan
eserler için geçerli. Bir disiplin olarak siyasi teorisinin tutarlılığı
açısından da geriye dönüp baktığımızda makul bir başlangıç yapabilmek için ilk
önce Antik Yunan’a, yaklaşık 2500 yıl öncesine bakmak gerekiyor. Oraya bakınca da
göze çarpan koskoca bir isim var: Sokrates. Her ne kadar Sokrates kendinden
önceki döneme ‘Sokrates öncesi dönem’ dedirtecek kadar devrimsel bir filozof da
olsa, Sokrates ve Platon’u birlikte ele almamın haklı sebepleri var. Bunlardan
birincisi, Sokrates’in geride hiçbir yazılı eser bırakmamış olması. Kendisi
yazmaktan çok konuşmayı ve konuşturmayı seven bir kişiliğe sahip. Yazılı eser
bırakmadığı için de kendisi hakkında bildiklerimizin çoğunu öğrencisi Platon’un
yazdıklarından öğreniyoruz. Platon, yazdığı diyaloglarda Sokrates’i bir
karakter olarak kullanıyor ve kendi demek istediklerini Sokrates’in ağzından
söylüyor. Bunu yapış şekli de, Sokrates’in alamet-i farikası elenchus, ya da Sokratik yöntem. Daha da
açmak gerekirse, Sokrates’in seçtiği zavallı bir kurbanı soru-cevap yöntemiyle
alt etmesi ve o kişiye haksızlığını kabul ettirerek kendini haklı çıkarması
denilebilir. Tabii bunu sadece ego tatmini için yapmıyor Sokrates. Bu
diyalektik soru-cevap yöntemiyle karşısındakinin aslında çok basit olan ama daha
önce kavrayamadığı bir gerçeği kavramasını, ve aydınlanmasını sağlıyor.
Rivayete göre, Sokrates bir keresinde bu yöntemi kullanarak hiçbir eğitimi
olmayan bir köle çocuğun Pisagor teoremini kendi kendine kavramasını sağlamış. Elenchus
aynı zamanda Sokrates’i zamanın Atina’sında biraz sinir bozucu bir adam yapan
özelliklerden biri. Çünkü kendisi Atina’nın meydanında işinde gücünde olan,
ekmeğinin peşinde koşuşturan vatandaşları rastgele çevirip soru yağmuruna
tutarmış. Atinalılar bir süre bu gerçekle yaşamaya alışmışlar, ancak görünen o
ki MÖ 399 yılında canlarına tak etmiş ve Sokrates’i idama mahkum etmişler.
Bu noktada ‘dönemin koşulları’ndan biraz bahsetmek
gerekiyor. Sokrates’in yaşadığı döneme damgasını vuran olay Atina ve Sparta
arasında neredeyse 30 yıl süren Peloponez Savaşı. Atina ile Sparta arasındaki
temel anlaşmazlık bir güç çekişmesiydi, ancak onları ayıran ikinci bir özellik
de yönetim biçimleriydi: Atina’da demokrasi varken Sparta oligarşiyle yönetiliyordu.
Tabii tahmin edebileceğiniz gibi Atina demokrasisi bugün anladığımız
demokrasiden biraz farklıydı. Toplumdaki üretimin çoğunu yapan kölelerin
vatandaşlık hakkı yoktu, dolayısıyla demokrasinin bir parçası değillerdi.
Vatandaş olanlar ise forumda toplanarak önce çeşitli konuşmacıların ve
göstericilerin artistik ikna çabalarını izliyor, daha sonra ilgili konuda
oylama yapıyorlardı. Bahsettiğim uzun savaşın sonunda Sparta tarafı galip geldi
ve Atinalılar teslim olmak zorunda kaldı. Bunun üzerine demokrasi yıkılsa da
birkaç yıl sonra yeniden kuruldu ve yaptığı ilk icraatlardan biri sapkın
düşünceleri ve gençlere kötü örnek olduğu gerekçesiyle 71 yaşındaki Sokrates’i
idam etmek oldu.
Platon’un, hem savaşta ağır bir yenilgi alan, hem
de öğrencisi ve en büyük hayranı olduğu Sokrates’i öldüren demokrasiye düşman
olması pek de şaşırtıcı değil. Ama ‘demokrasi düşmanı’ ifadesinin günümüzde
bıraktığı kötü intibayı bir süre görmezden gelelim, çünkü Platon’un fikirleri
ilginç, öyle ki, İngiliz düşünür Alfred North Whitehead’e göre bütün Avrupa
felsefesi Platon’a koyulan dipnotlardan ibaret.
Platon’un siyaset teorisinin temel kaynağı,
yazdığı Devlet kitabı. Bu kitapta da
baş kahraman Sokrates, ve tahmin edilebileceği üzere diğer kahramanları birer
birer ne kadar haklı olduğuna, yani ‘ideal düzen’in kendi öne sürdüğü düzen
olduğuna ikna ediyor. Platon’un topluma bakış açısı materyalist, yani toplumu
bir arada tutan şey basitçe maddi ihtiyaçlar ve bunları gerçekleştirmek için
oluşan iş bölümü. Öte yandan epistemolojik olarak, yani bilgiye nasıl
ulaşılacağı konusunda da idealist. Bu idealizmini ise meşhur ‘mağara
alegorisi’yle açıklıyor. Bu alegoriye göre, bir ruh hastası sizi ve
arkadaşlarınızı bir mağarada zincirle bağlamış, ve hayatınız boyunca tek
gördüğünüz şey mağara duvarı. Arkanızda ise bir ateş yanıyor, ve bahsettiğim manyak
bu ateşin önünden geçerek, ya da çeşitli cisimleri geçirerek duvara
gölgelerinin yansımasına sebep oluyor. Dolayısıyla gerçeklik hakkındaki tek
bildiğiniz şey bu gölgelerden ibaret. İşte tam bu noktada, Platon kameraya
dönüp diyor ki, filozof, bu mağaradan bir şekilde kurtulmuş, dışarı çıkmış,
gözleri ilk başta kamaşsa da bir süre sonra ‘asıl’ gerçekliğin farkına varmış
olan kişidir. Yani brokoli gölgesini değil, gerçek brokoliyi görüyor ve gerçek
bilgiye ulaşıyor. Ama maalesef herkes bu potansiyele sahip değil Platon’a göre.
Bu yüzden de devleti yönetenler de bu seçilmiş kişiler, yani filozoflar olmalı
(mağara alegorisini çok daha eğlenceli biçimde anlatan Philosophy Bro’ya bir
göz atmanızı öneririm).
Platon’un toplumdaki iş bölümünden çıkardığı şey,
herkesin bir becerisi olduğu. Örneğin ayakkabı imalatçısı bir ayakkabının nasıl
yapılacağı konusunda sadece bilgiye sahip değil, aynı zamanda bu bilgiyi
uygulamaya koyarak ayakkabı yapıyor. Aynı şekilde filozofların becerisi de
adalet kavramının gerçeğine ulaşmak ve bunu uygulamaya koymak. Platon için adil
bir toplum ise kendi içinde uyum ve ahenge sahip olan bir toplum. İşte bu ideal
toplumu yaratmak için de Platon sınıflara ayrılmış ve her sınıfın insan ruhunun
üç özelliğinden birine göre belirlendiği bir sistem öne sürüyor. İnsan ruhunun
bu üç özelliği ise akıl, tutku ve iştah. Tahmin edeceğiniz gibi ruhunun akıl
tarafı baskın çıkanlar filozof olma, bilgiye ulaşma eğilimine sahipler ve bu
yüzden de yönetici sınıfı oluşturmalılar. Tutku ise onur, şeref gibi
kavramlarla tatmin oluyor, dolayısıyla eğilimi bu yönde olanlar da ideal
şehrimizi koruyacak olan fedakar askerler olarak eğitilmeli. Ve nihayet insanoğlunun
basit iştahlarına yenilenler de sıradan insanları, yani üretici sınıfı teşkil
edecek. Platon’a göre bu düzeni kurmak ve devamlılığını sağlamak için eğitim
şart. Küçük yaştan belirlenen özelliklerine göre insanlar sınıflarına ayrılacak
ve iyi birer filozof, asker ya da işçi olmak için eğitilecekler (evet, Platon’un
sisteminde aile de yok, çocuklar filozoflar tarafından ortaklaşa
yetiştiriliyor). İlk bakışta bu sistemde kaymak tabakayı filozofların
oluşturduğu sanılabilir, sonuçta yönetim yetkisi sadece onlara ait. Ama Platon
filozofların pek de rahat bir hayat sürmemeleri için elinden geleni yapmış. Örneğin
mülk sahibi olamıyorlar, ve mümkün olduğunca basit birer hayat sürdürmek
zorundalar. Öte yandan ‘alt tabaka’ gibi görünen işçi sınıfı ise hayatın
zevklerinden hiç mahrum kalmıyor. Nasıl olsa onlar yerine yönetim ve savunma
işlerini üstlenmiş kişiler var. Peki bu düzenin devamlılığı nasıl sağlanacak, mesela
askerleri darbe yapmaktan alıkoyan ne olacak? Platon bunun için insanlara masum
bir yalan söylememiz gerektiğinden bahsediyor. Bu yalana göre hepimiz aynı
anadan doğmuşuz ve bu ana da bir şekilde altın, gümüş ve bronz çocuklar dünyaya
getirmiş. Doğamızda hangi metalin baskın olduğuna göre ait olduğumuz sınıf da
belirleniyor, yapacak bir şey yok. Hatta bu masala görevleri gerçeğe ve iyiye
ulaşmak olan filozofların da inanması gerekiyor. Çünkü mevzubahis herkesin ortak
çıkarıysa, gerisi teferruat.
Platon bu ideal devletin reçetesini yazmakla
kalmayıp, bu ideal durumdan daha kötü sistemlere düşüş yaşanabileceğinin
uyarısını da yapıyor. İdeal devletine aristokratik (en iyilerin yönetimi) adını
verirken, daha nahoş yönetim biçimlerine iyiden kötüye gidiş sırasıyla timokrasi,
oligarşi, demokrasi ve tiranlık adlarını uygun görüyor. Timokrasi denilen
kavramın kökü de şeref anlamına gelen time
kelimesi. Yani bir bakıma ‘şereflilerin yönetimi’. Şeref kavramı da Antik Yunan’da
tahmin edilebileceğiniz gibi askerlikle ilişkilendirildiğinden timokrasiye
darbe kurbanı olmuş bir aristokrasi demek çok yanlış olmaz. Bu darbe düzeni ise
zamanla kendini daha basit isteklerin, zenginliğin, malın mülkün baskın çıktığı
oligarşiye bırakıyor. Zenginliğin sefasını sürerken idareyi unutan oligarkları
halk devirince de maalesef demokrasiye geçiliyor. ‘Maalesef’, çünkü yukarıda da
biraz bahsettiğim gibi Platon için demokrasi pek de hoş bir şey değil. Nedeni ise
basit: nerede çokluk, orada bokluk. TDK bu deyimi gayet güzel açıklamış: “birlikte
iş yapmak üzere toplanan kişiler çok olursa her kafadan bir ses çıkar,
anlaşmazlıklar belirir, iş yapmak güçleşir.” İş yapmak güçleşince en
nihayetinde demokrasi de devriliyor ve tiranlık düzenine geçiliyor. İşte Platon’un
aristokrasisinde yaşıyorsak başımıza bu felaketlerin gelmemesi için sınıfının
görevlerini yerine getiren iyi bir vatandaş olmaya gayret göstermeliyiz. Yine bir
Platon alegorisini dikkate alarak devleti bir insan vücudu gibi düşünürsek baş,
kalp veya karın olabiliriz. Ancak karın iken baş gibi düşünmeye çalışmak
hüsrana yol açacaktır.
Sokrates ve Platon hakkında şimdilik bu kadar. Muhtemelen
birçok şeyi atladım. Sokrates’e de yeterince yer ayırmadığımın farkındayım. Ama
herhalde genel fikri aşağı yukarı verebilmişimdir. Platon’un fikirlerinin bugün
aynen uygulanabilmesi tabii ki imkansız. Ama şüphesiz halen zihin açıcı özelliğini
koruyor. Bir yandan Karl Popper gibi düşünürlerin onun demokrasi düşmanlığına
odaklanıp Platon’u neredeyse Sovyet yanlısı ilan etmelerine rağmen (gerçi 1950’lerin
ABD’sinde yaşasaydı muhtemelen Komünizm yanlısı olmaktan tutuklanırdı)
demokrasi kavramının bugün ne ifade ettiği ve teorisinin hangi yönlerden
geliştirilmesi gerektiği konusunda ‘şeytanın avukatı’ olarak Platon’dan hala
çok şey öğrenilebileceğine inanıyorum.
Teşekkürler:
- J. S. McClelland, A History of Western Political Thought
- Martin Cohen, Political Philosophy: From Plato to Mao
- David Boucher & Paul Kelly, Political Thinkers: From Socrates to the Present
- Philosophy Bro
- Türk Dil Kurumu